Prof. Dr. Hayri DOMANİÇ

HAYRİ Domaniç ; 21.05.1921 tarihinde, Sivas iline bağlı olup, o zamanki adı Aziziye olan, Cumhuriyet döneminde Pınarbaşı adını alarak Kayseri’ye bağlanan ilçenin Aşağı Kabaktepe köyünde doğmuştur.

Hayri Domaniç, asıl mesleği çiftçilik ve tüccar olan, bir ara Nahiye müdürlüğü yapan ve 1921 – 1924 yılları arasında Belediye Başkanlığında bulunan Domaniçzade Mahmut Efendinin üç hanımından doğan, ikisi kız yedisi erkek dokuz çocuğunun en küçüğüdür.

Soyadı Kanunundan sonra, Domaniç soyadını alan aile Aziziye (Pınarbaşı) ilçesinde bir ev sahibi olmuştu. Aile, köy kökenli olduğu için, toprağa bağlı olma özelliğini sürdürmüştür. Ailenin; Alamescit, Aşağı Kızılçevik, Yukarı Kızılçevik, Aşağı Kabaktepe ve Yukarı Beyçayır köylerinde de evleri ve arazileri vardır.

Hayri Domaniç, çocukluğundan itibaren büyüklerinden ailesinin geçmişi ile ilgili bilgiler edinmişti. Bunlara ilave olarak; 1997 yılında Nalçık’tan gelen Avladdin Dumanişş’den yeni şeyler öğrenmek imkanı buldu. Avladdin Dumaniş, ailenin Kabardey’de kalan kolun bir üyesiydi. Elinde doğruluğuna inandığı, bir soy kütüğü vardı.

Hayri Domaniç, edindiği bilgilere dayanarak ailesinin geçmişi ile ilgili şunları anlattı.

“Türkiye’de soyadı kanunundan önce Dumaniçzade (Dumaniçoğlu veya Dumaniçoğulları) diye anılan ailemizin tespit edebildiğimiz tarihçesi, Kafkasya’da 1672 doğumlu Beletoko ile başlar.

1672 doğumlu Beletoko’yu 1707 doğumlu Dumansh takip eder. Dumanişş soyadımızın 1707 doğumlu Dumanish’le başlamış olması akla yakın gelmektedir.

1707 doğumlu Dumansh’ten sonra, 1742 doğumlu Adil’in soy ağacına eklendiğini görüyoruz. Anlaşılıyor ki; Kabardey de İslamiyet, isimlere yansıyacak kadar bir yaygınlığa erişmişti. “Adil” adı bunu göstermektedir.*

1742 doğumlu Adil’in oğlu Ashad. Ashad’ın oğlu 1804 doğumlu Zekrey, 1848 doğumlu benim babam Mahmud’un babası, yani benim dedemdir.

Kafkasya’dan göç eden Zekrey’in tek oğlu babam Mahmud ile birlikte, 1867 yılında Osmanlı topraklarına geldiği bilinmektedir. 1848 doğumlu babam Mahmud, 19 yaşında Türkiye’ye gelmiştir. Cumhuriyet devrinde Pınarbaşı adını alan Aziziye ilçesine bağlı Lıgurhable (Alamescit) köyüne yerleşmiştir. Bu köyde, halen üç bin dönüm kadar arazimiz ve iki evimiz var. Pınarbaşı tapu kayıtları bir yangında kül olduğundan kesin tarihi bilinmemekle beraber, dedem Dumanişş Zekrey ve tek oğlu Mahmud 1870 yıllarında Pınarbaşı ilçe merkezinde üç dönüm kadar bir arazide, bir konak yaptırmışlardır. Domaniç sokakta bulunan ve ailede birkaç el değiştiren konak,1986 yılından bu yana Hayri Domaniç adına kayıtlıdır.

Dedem Dumaniş Zekrey, ailemizin yerleşme sürecini tamamladıktan sonra hacca gitmişti. Ancak, geriye dönmedi. Kutsal bildiği topraklarda hayata veda etti.”

Hayri Domaniç : “Allaha şükür, ailemiz geniş ve sağlıklıdır.” diyerek, ailesi ile ilgili açıklamalarını sürdürmektedir.
.

* İslamiyet, Kaberdey’e doğudan, Dağıstan üzerinden gelmiştir. 17.ci yüzyılın sonlarında, Prens Hatujuko ile Hoca İshak Abuk’un çalışmaları sonunda, İslamiyet ülkenin tek dini olmuştur. (O.Ç.)

“ Pınarbaşı’nda bulunan bir harabe dört daireli konakta, merhum Mecit ağabeyimin oğlu Servet Domaniç oturmaktadır. Ağabeylerim merhum Hamit beyle merhum İsa beyin onar

çocuğu olmuştur. Mecit ağabeyimin beş, Emir ağabeyimle, Zeki ağabeyimin altışar çocuğu olmuştur. En verimsiz ağabeyim merhum İsmail Domaniç’in tek oğlu Avukat Mustafa Domaniç’le halen beraber çalışmaktayız. Kabardeyce kelimelerin kökeni konusunda yaptığım incelemelere, Mustafa’nın çok yardımı olmuştur.

Yeğenlerim ve çocukları halen Pınarbaşı, Kayseri ve İstanbul’da yaşamaktadırlar. Genellikle ticaretle uğraşmaktadırlar. Ailemizde okuyup değişik mesleklerde çalışanlarda az değildir. Bir yeğenim Veteriner olup Adana’dadır. Tıp profösörü üç yeğenim Nermin Mutluer, Ünsal Domaniç ve Nergiz Domaniçtir. Bozkurt Domaniç en başarılı tüccar yeğenimdir. Üç de Avukat yeğenim var: Ayten, Veysel ve Mustafa. Eczacı Yeter, Çin filoloğu Necla, bankacı Leyla, hava yarbayı emekli Alparslan Domaniç ile Turgut Domaniç diğer yeğenlerimin bir bölümüdür.”

Hayri Domaniç, çocukluk ve gençlik yıllarını da şu şekilde anlatmıştır.

“Çocukluk yaşamım yüzde yüz Çerkes örf ve adetlerinin yaşandığı bir ortamda geçmiştir. Çocukluğumda örf ve adetlere ters düşen hiçbir olay yaşamadım. Her şey gelenek üzere olmuştur. Kavgalar bile belli mertlikler ve cömertlikler içerisinde geçmiştir. Çerkes Anayasası niteliğinde örf ve adetlerle bu kurallara uyulmaması halinde, tek kelime Y E M U K

yani AYIP yaptırımı, tüm anlaşmazlıkları çözmeye yeterlidir. Örneğin, kız kaçırılır, yaşlılar hemen toplanıp karar alırlar, iki at, iki öküz, yirmi lira vs. hemen karar ve kızı verirlerdi. Her şey usulüne uygun çözüm bulurdu. İnsanlar ise bu güzel örnekleri gördükçe, her soruna çare bulunabileceği inancını kazanırlardı. Köylerde at, öküz, tavuk, hindi veya bir şey çalındığında, nadiren de olsa böyle bir yaramazlık olduğunda bir hal çaresinin bulunacağını hemen o zaman anlardık. Thamadeler gelip bir şey söylerler, bir şey yaparlar derdik. Benim köy yaşamım Aşağı Kabaktepe ve Marğuşey’de geçti. Özellikle ilk 6 yılım Kabaktepe’de , bunu izleyen 16 yılım Marğuşey’de geçti. Sabahtan akşama kadar kırlarda dolaşır, çift sürer,ekin ve ot biçerdim. 1974 yılından bu yana yazlık evimin bulunduğu Sapanca’nın YANIK KÖY’ ünde de hala ot biçerim. Dokuz tane tırpanım var. Tırpan çekiçlemesini çok iyi bilirim. WUADE’yi (çekici) iyi vururum.

Köy zengini ailemiz, çiftçilikte zorunlu öküz, inek gibi sığırlardan başka 1936 yılına kadar 60 -–100 arası değişen atlar beslemiştir. Beş altı ay süren kışlarda otlama imkanı bulamayan atların yaz aylarında biriktirilen samanla beslenmesi pahalı ve imkansız olduğundan Uzunyayla köylüleri Çerkesler kışları atlarını güneye Çukurova’ya götürür, baharda Pınarbaşı köylerindeki otlakıyeye getirirdi.Tümü Kafkas ırkı atlarımız oldukça huysuz ve bineğe alıştırılması zor hayvanlardır. Bunların binek atı haline getirilmesi için usta binicilerin zaman zaman birkaç defa attan düşme tehlikesini göze alıp çaba göstermesine ihtiyaç vardır.

Bu huysuz atların beslenmesinin sebebi ekonomiktir. Her yıl Devletçe Pınarbaşı’nın SERGİ mahallesinde at pazarı açılır, belli ölçüleri tutturan atların sahiplerine teşvik edici (özendirici) para ikramiyeleri verilir. Ayrıca her yılın Mayıs ve Haziran aylarında düzenlenen bu at sergilerini ordu temsilcileri de izler, süvari atı ve top arabalarını çekecek bakımlı atlar iyi fiyatlarla satın alırdı. Benim hatırladığım en yüksek at bedeli Dumaniçzade Mahmut efendinin sattığı at için askeriyece ödenen 160 (yüzaltmış) liradır.Oysa bu atlar serbest at pazarlarında en fazla 50 – 60 (elli – altmış) liraya alınır satılırdı.

Hatırlayabildiğim çocukluğumun geçtiği 1930 – 1940 yılları, AÇIK REY VE GİZLİ TASNİF seçimleriyle tek başına iktidar olanların dönemine rastlar ve köylüler başta olmak üzere halk yoksul ve keyfi idarenin zulmü altındadır. Örneğin, geçim sıkıntısı nedeniyle kanunsuz bir meslek haline gelen bir tütün kaçakçılığı sanığını arayan Jandarmanın bir köy halkını dayaktan geçirmesi günlük olaylardandı.

Yedi yaşında bulunduğum 1928 yılında benim Kayseri – Aziziye İlçesinin AŞAĞI KABAKTEPE köyünde şahit olduğum bir olayda, bir suçluyu arayan Jandarma Onbaşısı ile dört erin neden olduğu bir olay şöyledir :

Onbaşı ve erler, sanığın nerede bulunduğunun açıklanması için köyün bulabildikleri onbeş yirmi erkeğini sıradan falakaya yatırmış, fena halde dövmüştür. Yaşlılığı sebebiyle dayak dışı kalan bir Çerkes olay yerine gelmiş, dayaktan yüzü gözü ayakları şişen köylülerin bu acıklı halini görünce isyan etmiş, köylü hemşerilerine hitaben, bunca erkeğin niçin beş Jandarmadan bu kadar dayak yediğini, dayak yiyenlerin korkak kimseler olduğunu, bu durumun erkekliğe yakışmadığını haykırmış, jandarmaların üzerine yürümüş, canı yanan köylülerde isyana katılmış, beş jandarmayı dövmeye başlayınca, jandarmalar silahlarını bırakıp kaçmıştır. Bu zaferle coşan köylüler, jandarmaların bıraktığı tüfekleri alıp, korkutmak için kasabaya doğru kaçmakta olan erlere ateş etmiş, iyi bir nişancı olan ihtiyar çerkes Guke Bir de “siz iyi vuramıyorsunuz, tüfeği bana verin” diyerek birkaç el ateş etmiştir.

Perişan halde Aziziye (Pınarbaşı) Jandarma Karakoluna giden onbaşı ve erler “Çerkesler isyan etti” ihbarında bulunmuş, daha sonra kalabalık bir jandarma müfrezesi köye gelmiş, yakalayabildikleri erkekleri hapse atmış, tabii dayağını da katlamıştır.

Köyünde aç ve kıtlıkla boğuşurken, uzun zaman hapis yatan ve kendilerine yiyecek olarak günde üçer adet buğday ekmeği verilen bu köylülerden İSLAM bey oğlu HASAN’ın “Hükümet bize bu beyaz ekmeği vererek bizi terbiye mi ettiğini sanıyor acaba” şeklindeki esprisi hala konuşulmaktadır.

O devirde bu sefaletten en çok YARARLANAN ve çoğu kerpiç iki göz odada oturan Pınarbaşı köylülerine, 1932’den sonra Bulgaristan’dan zorunlu göç eden halkı, anlaşmaya gerek görmeksizin, bir kira da ödemeksizin bir göçmen ailesini barındırmalarını yüklemiş mülkiyet hakkını koruyan 1924 Anayasasını bu angarya ile de ihlal etmiştir. Yukarıbeyçayır köyünde bulunan beş odalı bizim evimize üç göçmen ailesi düşmüştür. Fakirlik nedeniyle, sabun alamayan köylü bit ve pireden kırılmış, çamaşırlarını meşe külü ile yıkamak zorunda kalmış, bu pislikler nedeniyle verem, sıtma ve göz ağrısı gibi bulaşıcı hastalıklarla ölmüş, ortalama yaşama süresi de 46 yıla inmiştir.

1939 – 1945 arası harp yıllarında şehirlerde dahi ekmek kişi başına bir gün 300 gram, bir gün 150 gram bulmak üzere vesika ile satılmıştır.

Yatılı liselerde, bu arada benim okuduğum Galatasaray Lisesinde de bu ekmek rejimi uygulanmıştır.

Oysa 1950’den sonra; Türkiye, Dünyada tarım ürünleri bakımından kendi kendine yeterli olan sekiz ülkeden biri olmuştur.”

Hayri Domaniç, Kafkas Kültür ve Yardımlaşma Dernekleriyle olan ilişkisini de, ilgi çekici ve hoş bir uslup ile anlatmaktadır.

“ Kafkas Dernekleriyle ilgim, 1946’da kurulduğunu tahmin ettiğim DOSTELİ YARDIMLAŞMA DERNEĞİ ile başlar. Hukuk Fakültesinde talebe olduğumdan bu derneğin kurucularından değilim.

Kafkas yada Çerkes isimleri o tarihte, o ortamda kullanılmadığından, böyle bir isimle kurulmuş, biz bir grup olarak,elimizde Çerkes mızıkaları, haftıa sonları toplanıp dernekte eğlenirdik. 1946 ya da 1947 yılında idik. Halen Kanada’da yaşayan, o zaman Tıp talebesi olan Murat Yağan, Yüzbaşı Hayri Aksoy bey, Binbaşı Eyüp Öncü bey ki onlar bizden büyüktü. Toplanıp Murat Yağan’ın Çorlu’daki çiftliğine gittik. En büyük seferimiz bu oldu. Orada 48 saat çalıp oynadık. Binicilikte Dünya Şampiyonu olan hemşehrimiz Binbaşı Eyüp Öncü, yarışlara katıldığı resmi atı ile gelmişti. Birkaç atlı daha vardı. Orada çok güzel vakit geçirmiştik.

14 Mayıs 1950 seçimleri ve Demokrat Parti’nin iktidara gelişi ile siyasi ortam biraz rahatladı ve KAFKAS KÜLTÜR DERNEĞİ’ni kurduk. İşte benim kurduğum dernek budur.

Kuzey Kafkasya Kültür Derneği’nin ilk merkezi Beyazıt’ta Bereket Han’ın üst katında bir oda idi. Daha sonra Cağaloğlu’nda idik. Bundan sonra da Laleli’de Canok Pasajında uzun zaman kaldık. 90 m2.lik bodrumda çok Kafkas Hikayeleri yaşanmıştır. 24 saat açık idi. O zaman korkunç bir kira ödemekteyiz. Ne kadar mı? Tam 60 lira… Ama o zaman 60 lirayı bulmak çok zor. Ama şu veya bu şekilde bu parayı bulduk. Canok Pasajında 8 yıl kaldık. En yoğun dernek faaliyetleri bu dönemde yaşandı. Daha sonra 27 Mayıs hareketinden sonra faaliyetimiz biraz yavaşladı. 1961 yılında görevi Yaşar Bir’e devrettim. Bir süre Yaşar Bir bu görevi sürdürdü. Dernek Bağlarbaşı’na belki de 1965 yılında taşınmıştır. Elhamra Sinemasının bulunduğu binada bir daire alma girişimimiz oldu, 50 bin lira pey parası verdik. 100 bin lirayı altı ay içinde ödeyebilseydik daireyi alacaktık. Altı ay daireda oturduk. Gerekli 100 bin lirayı bulamadık. Daireyi bize satacak olan kişi Adapazarı’ndan, Sakarya Sinemasının sahibi Cevat bey idi. Kuzuluk Maden Suları İşletmecisi değerli hemşehirimiz merhum Ziya bey idi. Ben o zaman askerdim. 50 bin lirayı kurtarabilmek için Cevat beye telgraf çektim. “Paramız hazır, tapunun ne zaman verileceğinin bildirilmesi…” dedim.

Cevat bey telaşlanmış, Ziya beye demiş ki: “Benim mirasçılarım razı değil, bu durumda satıştan vazgeçersek, Hayri bey alayhimize dava açar mı?” Benim de canıma minnet, bizimkisi esasen blöftü, 100 bin liramız zaten yoktu. Gidip anlaşmayı feshettim. 50 bin lirayı geri aldım. Bu 50 bin lira Bağlarbaşı’nın temeli oldu.Burayı ise 175 bin liraya aldık.

Canok Pasajındaki Dernek merkezimiz 24 saat açıktı. Burada zaman zaman 70 – 80 kişiyi bulan üniversite öğrencileri vardı.

Canok Pasajı dernek merkezimizde gündemin ağırlığı, bizim Adige Haçeşleri sohbet geleneğinin dışında, Adige kültürünün yok olmaktan kurtulması, yaşatılması, Kafkasya’daki ve Dünyaya dağılmış Çerkesler arasında birlik ve irtibat kurmak. Kafkasya’da demokrasinin oluşumu, Cumhuriyet kurmanın yollarını araştırmak… Bütün konuşmaların hedefi bu idi.

Bu hayati ideallerimiz dışında Kafkas dansları en önemli uğraşı konumuzdu. Çoğu üniversite öğrencisi kız ve erkeklerden kurulu dans ekiplerimiz sürekli idi. İkinci Dünya Savaşı sonunda Almanya’ya sığınan ve sonra Türkiye’ye gelen Mehmet Atalık ve eşi 1950’lerden itibaren dans hocamızdı.

Yıllık balolarımız bu dans ekipleri nedeni ile çok ilgi çekerdi. Gönen İlçesine bağlı Deçenhabl (Sızı) köylü merhume Fehime Teker’in kızı şimdiki eşim avukat Sevgi Bilsay Domaniç de dans ekiplerimizin en gençlerindendi. Işık Yıldırımgeç, Dinemis, Suna ve Tamar Güsar kardeşler, Naşho Marşan Suzan Deçen, Tülay Bir ile İkinci Dünya harbinden sonra Türkiye’ye sığınan Çeçen Gazi beyin kızı Aze hanım da dans ekiplerimizin ileri gelenlerindendi. Hem mızıka çalan ve çalarken Çeçen(Şeşen) oynayan Düzceli Afer bey de erkek dansörlerimizin başlıcalarındandı. Ben eşim Sevgi Bilsay Domaniç’le 1956 yılında tanıştım, ekibe aldım, çok güzel dans ettiğinden mi?, kendi güzellik ve zekasından mı?, yoksa şansımdan mı? Sevgi hanımı beğendim ve 15 Ekim 1962 tarihinde Kadıköy Nikah Memurluğunda, sadece iki şahit huzurunda evlendim, evlilik hayatımdan memnunum.

Bizim derneğin çıkardığı dergi vardı. Merhum Şeref Terim ile merhum doktor Vasfi Güsar idare ediyordu. Dr. Vasfi bey ilk yazısında Osmanlıya çatıyordu. Diğeri de başka bir yazı da Rusya’ya. Ben de o zaman dernek başkanı olarak her iki yazara da çattım.

Bizim Osmanlı ve Rusya ile savaşacak halimiz yok. Biz kültürümüzü kurtaralım. Biz savunmayı bilememişiz. Tarih bizi esir etmiş. Başucumuzda Rusya ortaya çıkmış, o zaman nüfusu 40 – 50 milyon. Tüm Kafkasya’yı toplarsan ancak 5 milyon nüfusu vardı. Rusların 7,5’luk topları var.1800’lerin en gelişmiş silahı. Bizim ise ağızdan dolma “Berejey Foç” ya da kama, doğru dürüst kılıç bile yok. Şuursuzca mücadele ettik. Şeyh Şamil 26.08.1859 tarihinde teslim oldu.

Batıda Adigeler 1864 yılına kadar direnişi sürdürdüler. Ama nafile.”

Hayri Domaniç’in, öğrencilik ve meslek hayatı, son derece özendirici başarılarla geçmiştir. Kendisi tevazu göstererek, hayatının bu yönünü özetleyerek geçmiştir. Aşağıdaki kısa açıklama, O’nun ne kadar başarılı, ahlaki ve hayatın temel kurallarına ne ölçüde bağlı olduğunu göstermektedir.

1932 – 1937 yılları arasında, Pınarbaşı İlkokulu’nda okumuştu. İlkokul diplomasını aldığı yıl,parasız yatılı lise imtihanını kazandı. 1937 – 1945 yılları arasında İstanbul Galatasaray Lisesi’ne devam ederek, lisenin Latince bölümünden mezun oldu. 1949 yılında, İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdi. 1950 yılında da, aynı fakültenin Medeni Usul ve İcra – İflas kürsüsünde asistan olarak görev aldı. Bu kürsüde, 1954 yılında Hukuk Doktoru ünvanını alarak, askere gitti. Ankara’da Eskişehir Hava Astsubay Yetiştirme kıtasında bir yıl görev yaptı. Askerlik döneminden sonra, tekrar İstanbul Hukuk Fakültesi’ne döndü. 1955 sonlarında Kara Ticaret Hukuku Kürsüsünde Asistan, 1958’de doçent, 1967’de Profesörlüğe yükseldi. 1988’de de üniversitedeki çalışma hayatını tamamladı.

Ancak, O’nun hukuk ve Sosyal hayatı bitmemişti. 1952 yılından beri İstanbul Barosu’nda kayıtlı olarak avukatlık yapıyordu. Buna devam etti. Bazı yıllar Türkiye’de en çok vergi veren avukatlar arasında seçkin yerini aldı.

1954 – 1998 yılları arasında onbin Sahifeyi aşan eserlerini, öğrencilerinin ve meslektaşlarının hizmetine sunmuştur. Başlıca eserleri: Dört ciltlik Ticaret Kanunun Şerhi ile Borçlar Kanunu’nun 105. Maddesine dayalı Tazminattır. Ayrıca, çoğu Vergi ve Ticaret Hukuku dalında yayınlanmış yüzelliden fazla ilmi makalesi vardır.

Hayri Domaniç, katı bir hukuk adamı olduğu kadar, duygu yüklü bir insandır. Kapısı herkese açıktır. Herkesi dinler ve herkese yardım etmek ister.

Bir büyük olarak yerini bilmektedir. “Olur ya da olmaz” demeden, önce dinler. Tartışmanın tarafları varsa, soru sorarak onları konuşturur. Ortak bir görüş bulmaya çalışır. Deyim yerinde olur mu bilmiyorum, bürosu bir okul gibidir.

Bunları söylerken O’nun her yere çekilebilen biri olduğunu ifade etmek istemiyorum. Aslında O, bir prensip ya da prensipler adamıdır. Değer verdiği şeylerden hemen vazgeçecek biri değildir.

Sanırım 1961 ya da 1962 yılı idi. İstanbul Kafkas Kültür Derneği’nin genel kurul toplantısında başkanlık yapıyordu. Salonda hafif bir gerginlik vardı. Oluşan iki grup, yönetimi ele geçirmek istiyordu. Ayağa kalkarak, konuşmak istediğimi söyledim. “Hayır! Şimdi olmaz, oturun yerinize!” Dedi. Ben de aynı sertlikle karşılık verdim: “Toplantıyı bir diktatör gibi yönetemezsiniz!” dedim.

Hoca’yı o zaman tanımıyordum. Salondaki herkesin saygı gösterdiği bir kişi olarak, konuşmaya devam etmekte tereddüt etti. O’nun endişesi, salondaki gerginliğin tırmanma eğilimi göstermesiydi. Olay çıkaracağımdan korkmuştu herhalde.

Hoca; “Peki gel konuş,” dedi. Sesi son derece yumuşaktı. Kürsüye çıkıp konuştum. Divan’da yanında oturan katip üyeye; “Yahu bu farklı şeyler söylüyor, Sanki yabancı, hangi taraftan?” diyerek sordu. Katip üye, gülümseyerek Hoca’nın kulağına şunları fısıldadı.

– Taraf olduğunu sanmıyorum. Ancak, yabancı olduğu doğru; O, Orman Fakültesi’nden , ta Bahçeköy’den geldi.

Hoca son derece tedirgin bir ortamda olmasına rağmen ağzını kapatarak sessiz, bir hayli güldü. Ancak, bana mı yoksa katip üyeye mi güldü. Bu durum anlaşılmadı.

Katip üyenin sözlerini şüphesiz ben daha sonra öğrendim. Kürsüdeki fısıldaşmayı anında duymam mümkün değildi. Bu olaydan geriye kalan, benim “tarafsız yabancı” olmamdı. İsim tutmak üzereyken İstanbul’dan ayrıldım.

Hayri Domaniç, Türkiye Cumhuriyeti hudutları içindeki hemşehrilerine duyduğu ilgiyi, dünyanın dört tarafına dağılan bütün kuzey Kafkasyalılara da duyuyordu.

Son Çeçenistan Savaşı, herkes gibi O’nu da çok üzmüştü. Televizyon haberlerinde, ekrana gelen trajik görüntüler uykularını kaçırıyordu. Elinden bir şey gelmediği için acı duyuyordu. Sadece Çeçenlere değil, bütün Kuzey Kafkasyalılara şunu söylemek istiyordu.

“Atalarımız, ağızdan dolma tüfeklerle, 100 yıl, ağır donanımlı Rus Ordusu ile savaştılar. Sonuç ne oldu ? Hüsran! Karşımızdaki dev, içten çürüyor. Akıllı ve sabırlı olmak gerekir. Siz, sadece varlığınızı koruyun. Vakti gelmeden, kendi elinizle kendinizi yok etmeyin !”

Hayri Domaniç Hoca, fakültedeki kürsüden binlerce öğrenciye ders verdi. Hocalığı meslek olarak seçtiği için, O iş göreviydi.

Ya bizler. O’nu şu ya da bu şekilde tanıyıp eşiğini aşındıranlar. Her türlü dert ve tasa ile sabrını zorlayanlar. Onlara verdiği hayat dersleri. Bunlara değer biçmek mümkün değildir.

Sayın Hocamıza, daha çok ihtiyacımız olacak. Allah’tan sağlıklı uzun ömürler diliyorum. Kendisini tanıtma fırsatını bana verdiği için teşekkür ediyorum.

OSMAN ÇELİK

İlgili Terimler :

YORUMLAR

İsminiz

 

E-Posta Adresiniz

Yorumunuz

BENZER İÇERİKLER

ATASÖZLERİ

Aklı kısa olanın dili uzun olur.